blog3-1

İtibar ve Karakter

Itibarı yaşadığın ortam belirler
karakteri, inandığın doğrular…
Itibar, sandığın şeydir;
karakter ise olduğun…
Itibar fotoğraftır;
karakter ise yüz…
Itibar dışardan gelir;
karakter ise içten…
Itibar, yeni bir topluluğa girdiğinde sahip olduğundur; karakter giderken elinde olan…
Itibarın bir anda olur;
karakterin, ömür boyunca…
Itibarın bir saatte öğrenilir;
karakterin bir yılda açığa çıkmaz…
Itibar mantar gibi büyür;
karakter sonsuza kadar sürer…
Itibar zengin veya fakir yapar;
karakterse mutlu ya da mutsuz…
Itibar insanların mezar taşına kazıdıklarıdır; karakter meleklerin Tanrı huzurunda senin için söyledikleri…
William Hersey Davis00

Mentorluk-Programi-Suruyor-Gelecegi-Bugunden-Desteklemek2

Mentorluk Programı Sürüyor: Geleceği Bugünden Desteklemek – PMI Dergisi Mart 2019

PMI Turkey Chapter, 2012 yılından beri üniversite ve lisansüstü öğrencilerine PMI sertifikalı üyeleri ile gönüllü mentorluk desteği veriyor. 2019-2020 yılında Mentorluk Programı’nın kapsamının genişletilip derinleştirilmesi için çalışmalar sürüyor. Bu çalışmaların ilk adımı, mentorluk yetkinliklerinin artırılması olarak
belirlendi. Bu amaçla 23 Şubat 2019 tarihinde, Ka Danışmanlık Yönetici Direktörü Sn. Sami Bugay Master Certified Coach – ICF, Mentor Coach – ICF, NCC katkılarıyla “Geleceği Bugünden Desteklemek: Mentorluk” konulu eğitim, ING İnovasyon Merkezi’nde gerçekleşti.

Katılımcıların hepsinin geçmiş dönem mentorları ve gelecek dönem mentor adayları olduğu bu eğitim, karlı bir İstanbul haftasonu olmasına rağmen uzak bölgelerden ve şehir dışından gelen katılımcılardan da yoğun bir ilgi gördü.

Eğitim boyunca Sn. Sami Bugay mentorluğun gerektirdiği yetkinlikler ile ilgili çok değerli bilgiler paylaştı. Gerek mentorluk gerekse takım iletişiminde sonuçları etkileyen davranış, düşünce ve duyguların önemi ile sınırlayan inanç ve değerler üzerine, mentorların kendi farkındalıklarını da içeren önemli paylaşımlar
vardı. Zaman zaman derin düşünülen zaman zaman kahkahalarla gülünülen eğitimin etkileşimli olması ayrı bir değer yarattı. Mentorluk süreci eğitimi, süreç ve görüşmelerin yapılandırılması ile ilgili pratik önerilerle sona erdi.

Değerli paylaşımları için Sn. Sami Bugay ve Ka Danışmanlık’a, mekan ve verdikleri güleryüzlü destek için ING Inovasyon Merkezi’ne, eğitimdeki paylaşımcı katılımları için mentorlarımıza çok teşekkür ederiz.

blog2-1

Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e Nasihatı

“Ey Oğul!
Beysin!
Bundan sonra öfke bize; uysallık sana…
Güceniklik bize; gönül almak sana..
Suçlamak bize; katlanmak sana..
Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana..
Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana..
Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana…
Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana..
Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..
Ey Oğul!
Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun.
Beyliğini mübarek kılsın.
Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın.
Uzaklara iletsin.
Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin.
Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va’dedilenin önünü açmalıyız.
Tıkanıklığı temizlemeliyiz.
Oğul!
Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin..
Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!..
Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır.
Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir.
Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.
Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir.
Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır.
Ananı ve atanı say!
Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir.
Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin.
Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme!
Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir…
Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı!
Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözüpek) derler.
En büyük zafer nefsini tanımaktır.
Düşman, insanın kendisidir.
Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.
Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir.
Ülke sadece idare edene aittir.
Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur.
Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlı’yı 600 sene yaşatmıştır.)
İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz.
Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar.
Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez.
Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!..
Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar.
Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur.
Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı…
Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli.
Savaşı sevmem.
Kan akıtmaktan hoşlanmam.
Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir.
Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır.
Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir.
Bey memleketten öte değildir.
Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz.
Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok.
Çünkü, zaman yok, süre az!..
Yalnızlık korkanadır.
Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz.
Yalnız başına kalsa da!
Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin.
Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir.
Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!..
Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.
Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.
Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın…”
Şeyh Edebali, 13. Yüzyıl, Söğüt-Bilecik-Türkiye

tree-838667_1280-1

Üretmemenin Dayanılmaz Hafifliği…

…ya da, Kopyalamanın Aşırı Çekiciliği… denebilir mi..?

Son günlerde İnsan Kaynakları ve Organizasyonel Gelişim dünyasında neler olduğunu araştırdıkça, ele alınan temaların birbiri ile ne kadar benzer olduğunu biraz merakla, biraz ise şaşkınlıkla fark ediyorum.  “Bu kadar şaşıracak ne var ki?” sorduğunuzu duyar gibiyim… Haklısınız, aslında şaşıracak bir şey yok. Üç aşağı, beş yukarı aynı çevrenin içinde benzer kişiler olarak benzer konuları tartışıyor ve ele alıyoruz. Hal böyle olunca gayet tabi bir kısır döngünün içine girip, aynı yemeği pişirip pişirip birbirimizin önüne getirebiliyoruz.

İşte tam da bazı arkadaşlarımla bu konuyu tartışırken, kendimi geçenlerde şu soruyu düşünürken buldum: “E peki neden? Neden birilerinin ele aldığı bir konuyu daha da ileriye taşıyamıyoruz? Neden temelin üzerine bina inşa etmeyip de, yandaki arsaya yeni bir temel atmaya kalkışıyoruz?”

Bu sorunun cevabını araştırayım derken, neden başkalarını taklit etmeye eğimli olduğumuza dair Michael Yarbrough tarafından ele alınmış bir yazı okudum. Yarbrough’a göre hepimiz sevdiğimiz insanların hareketlerini taklit etme eğilimindeyiz ve bunu bilinçaltında yapıyoruz. Bu davranışımızın adı “Yansıtma” imiş ve psikologlar tarafından uzun zamandır biliniyor ve üzerinde çalışılıyormuş. Kural olarak “yansıtma”, muhatapların iletişimden keyif aldıkları anlamına gelirmiş. Aralarında belli bir düzeyde anlaşma olurmuş. Tartışma konusu her iki insan için de aynı derecede ilginç olurmuş ve ilgi alanlarının karşılandığını bilirlermiş.

Yarbrough’un yazısı tabi ki sadece bu kadarla bitmiyor ve ilginç açıklamalarla devam ediyor. (Merak edip okumak isteyenler için yazının orjinal İngilizce adı “The Surprising Truth About Why We Tend To Imitate Others” – Michael Yarbrough) Ancak ben tabi ki yine de kendimce Yarbrough’un açıklamalarına ek olarak konumuzla ilgili bazı varsayımlarda bulunmak istedim:

Üretmek yerine kopyalamayı tercih edebiliyoruz, çünkü

  • Denenmiş ve kendini ispatlamış, dolayısıyla daha güvenli.
  • Ya ürettiklerimle eleştirilirsem, nasıl cevap veririm?
  • Hazırı varken neden zaman harcayayım ki? Zaman çok değerli.
  • Üretimde benim de payım olacak, dolayısıyla olumsuz eleştiri gelirse herhangi bir bahane sunamayacağım.
  • Ya tamam da, ben şimdi bu konunun daha güzel bir versiyonunu sunacağım. Öbürü zaten pek de iyi değildi…

ve saire ve saire ve saire

Eminim sizlerin de bu listeye ekleyeceği daha çok bahane vardır. Ve diyeceğim o ki, kopyalamaktansa üretelim, geliştirelim, gelişelim, örnek olalım ve yol gösterelim. Çünkü naçizane kendi deneyimimden yola çıkarak biliyorum ki üretmenin ve gelişip geliştirmenin hazzı bambaşka…

Görüşmek üzere ????

– Ebru Ölçer

blog10-800x347

Sen Dünkü Sen Değilsin, Ben de Dünkü Ben Değilim

Günlerden bir gün:
Buddha bir ağacın altında öğrencileriyle oturmaktadır. Bir Adam gelir ve yüzüne tükürür. Buddha yüzünü siler ve adama sorar, Başka? Başka NE söylemek istiyorsun? Adam şaşırır, çünkü bir insanın yüzüne tükürülünce Başka? diye sormasını beklememiştir. Böyle bir deneyimi yoktur. Daha önce insanları hep aşağılamıştır ve onlar DA kızarak tepki vermiştir. Ya DA korkudan gülümsemiş ve adama yaranmaya çalışmışlardır. Ama Buddha ikisini de yapmamış, NE öfkelenmiş, NE de korkmuştur. Sadece düz bir şekilde Başka? diye sormuştur.


Ama Buddha nın öğrencileri öfkelenir, tepki verir. En yakın öğrencisi Ananda der ki: Bu çok fazla, buna tahammül edemeyiz.


Buddha konuşur: Sesini çıkartma. O beni kızdırmadı, AMA siz kızdırdınız. O bir yabancı, buralara yeni gelmiş. Benim hakkımda bir şeyler duymuş olmalı; bu Adam tanrı tanımaz, tehlikeli, insanları yoldan çıkarıp yanıltıyor gibi şeyler. Benim hakkımda bir fikir edinmiş. O bana tükürmedi, kendi fikrine tükürdü; beni tanımıyor ki, bana nasıl tükürmüş olabilir? Eğer düşünürseniz, o kendi zihnine tükürdü. Ben onun bir parçası değilim, ve görüyorum ki bu zavallı adamın söyleyecek başka bir şeyi olmalı. Çünkü bu, bir şey söylemenin bir yolu; tükürmek bir şey söylemenin bir yolu. Bazen dilin yetmediğini hissettiğin anlar olur; derin sevgide, yoğun öfkede, nefrette, duada. Dilin yetmediği yoğun anlar olur. O zaman bir şey yapman gerekir. Derin sevgi duyduğunda, birine sarılırsın; NE yaparsın orada? Bir şey söylersin. Çok öfkelendiğinde birine vurursun, tükürürsün, bir şey söylüyorsundur. Bu adamı anlayabiliyorum. Söyleyecek başka bir şeyi daha olmalı. O yüzden Başka? diye sordum.


Adam daha DA çok şaşırır! Ve Buddha öğrencilerine der ki: Siz beni daha çok kızdırdınız, çünkü siz beni tanıyorsunuz, benimle yıllarca yaşadınız, AMA yine de tepki veriyorsunuz.


Şaşıran, kafası karışan Adam evine döner. Bütün gece uyuyamaz. Ertesi sabah geri döner. Buddha nın ayaklarına kapanır. Buddha sorar: Başka? Bu DA sözle söylenemeyeni söylemenin başka bir yolu. Ayaklarıma dokunduğun zaman, sözcüklere sığmayan, sıradan dille anlatılamayan bir şey söylüyorsun. Buddha devam eder: Bak Ananda, bu Adam yine burda, bir şey söylüyor. Çok derin duyguları olan bir Adam bu.


Adam Buddha ya bakar: Dün yaptığım şey için beni affet. Buddha cevap verir: Affetmek MI? Ama ben, dün o hareketi yaptığın Adam değilim ki. Ganj nehri sürekli akıyor, o hiçbir zaman aynı Ganj değil. Her Adam bir nehirdir. Senin tükürdüğün Adam artık burada değil; aynı onun gibi görünüyorum, AMA aynı değilim, bu yirmidört saatte öyle çok şey oldu ki! Nehirden çok su aktı. O yüzden seni affedemem, çünkü sana kızgın değilim.”

Ve sen de yenilendin. Görüyorum ki sen dün gelen Adam değilsin, çünkü o Adam kızgındı. O kızgındı, AMA sen önümde eğilip ayağıma dokunuyorsun, nasıl aynı Adam olabilirsin? Sen o değilsin, o yüzden bunu unutalım. O iki Adam; tüküren Adam ve tükürülen Adam, artık yok. Yakına gel. Başka şeylerden konuşalım.”

blog8

Ne Güzel Bir Hata Yaptın

Geçenlerde Stephen Glenn’den ünlü bir araştırmacı bilim adamı hakkında bir öykü dinledim.Bu bilim adamının tıp konusunda yeni ve çok önemli buluşları olmuştu.Bir gazete muhabiri röportaj yaparken kendisine,ortalama bir insandan nasıl olup da farklı ve yaratıcı bir insan olduğunu sormuş.Kendisini diğerlerinden ayıran özelllik neymiş ?
Bilim adamı bu soruyu “iki yaşındayken annemin yaşattığı deneyim nedeniyle” diye yanıtlamış.Bilim adamı buz dolabından süt şisesini çıkartmaya çalışırken,şise elinden kayıp yere düşmüş ve ortalık süt gölüne dönmüş.
Annesi mutfağa geldiğinde,ona bağırmak,söylenmek ya da onu cezalandırmak yerine : “Robert,ne kadar güzel bir hata yaptın !Daha önce bu kadar güzel bir süt gölü görmemiştim. Evet,olan olmuş.Şimdi birlikte burayı temizlemeden önce biraz yerde süt oynamak ister misin ?” demiş.O da eğilip oynamış yere dökülen sütle.Birkaç dakika sonra annesi “Robert ,bu tür bir şey yaptığında, bunu senin temizlemen ve her şeyi eski haline getirmen gerektiğini biliyor musun ? Bunu nasıl yapmak istersin ? Bir sünger mi kullanalım,yoksa bir havlu ya da bez mi ? Hangisini istersin? ” demiş.Robert süngeri seçmiş ve yere dökülen sütü temizlemişler.
Daha sonra annesi “Biliyor musun, burada yaşadığımız olay senin iki minik elinle bir süt şisesini taşıyamadığın kötü bir deneyimdi.Şimdi arka bahçeye çıkalım ve şiseyi suyla doldurup,senin dolu bir şiseyi düşürmeden taşımanı sağlayalım” demiş. Küçük çocuk şişeyi boğazından iki eliyle tutarsa,düşürmeden taşıyabileceğini öğrenmiş.Yapılan hataların yeni birşeyler öğrenmek için güzel fırsatlar olduğunu anlamış.İşte bilimsel araştırmalardaki deneyler de bu temele dayanır zaten.
Bir deney başarısız olsa bile, o deneyden çok değerli bilgiler elde edilir. 
Jack Canfield

blog7-800x349

Mevlana Şems

Bir gece Şems, Mevlana’yı ararken onu bir havuzun kenarında, derin düşünceler içinde otururken bulmuş. “Ne yapıyorsun?” diye sormuş. Mevlana: “Suyun üzerine yansıyan yıldızları seyrediyorum,” cevabını vermiş. Şems bir an durmuş, sonra da gülerek söyle demiş: “O zaman niye başını kaldırıp, göğe bakmıyorsun?” Gerçekle yüz yüze geldiğimiz zaman, onu kabul edebilecek kadar cesur, taşıyabilecek kadar güçlü müyüz? Aslında bilgi, beraberinde çok büyük bir sorumluluk getiriyor. Yaşamlarına bilerek bilmeyerek dokunduğumuz her insan bizden bir parça taşıyor. Bu da bencilce değil, bilgece yaşamayı gerektiriyor. Bilgeler, kaderi boynu bükük bir tevekülle karşılamadıkları gibi, o çocuksu heyecanlarını detaylara takılarak yitirmezler. Onlar, maskelerin gerisindeki gerçek kimlikleri sezinlerken, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını; ilâhi elin hatasız çizdiği resimdeki paradoksların ne anlama geldiğini bilir, ona göre hareket ederler. Zerafetle, sevinçle ve zevkle… İşte, Tebriz’in eşsiz Güneşi Sems’in, ‘Ayaksız yürü, kanatsız uç’ vecizesinde gizlenen mana bu. Zira gerçegi zihinle değil, aşk’ın her dokunuşuyla, bir çiçek gibi açılan kalbin aklıyla çözmek mümkün. Bir açmaza düştüğünüzde, yeise kapılmadan, kendinizi tüm düşüncelerden, geçmiş, gelecek gailesinden soyutlayarak yüzünüzü göğe kaldırın. Siz, o engin sonsuzluğa ait bir parçasınız. Yıldızlar ölecek, ama ruhunuz yaşayacak. Bırakın, geleceğe gelecek karar versin… Kaynak bilinmiyor00

blog6-800x347

Metrodaki Kemancı

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider. Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider. Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar. Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz. Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı… Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell’in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi…Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?

blog5-800x534-1

Lao Tzu’dan “Gerçek, Yargı ve Gelişim”

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış…Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış
“Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler…
İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş.”Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş…Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler.”Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var..” “Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”
Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler…Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.”Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş.”O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler… “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…” “Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde… Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”
Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:
“Acele karar vermeyin.Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur.Buna rağmen akıl,insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken, başkası açılır.Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”00